Nâzım Hikmet’in şiirinde ayrılık ve özlem
Nâzım Hikmet’in hayatı ile benimsediği öğreti arasında ne kadar sıkı bir ilinti varsa, hayatı ile şiiri arasında da o kadar sıkı bir ilinti vardır. Doğal olarak şiiri ile dünya görüşü bu ilintiyi korur. Nâzım Hikmet’in şiiri bir bütün olarak incelendiğinde, bunun ayrıntılı bir özyaşam öyküsü olduğu görülecektir. Turgut Uyar bunu, “Şiirini hayatından çekip çıkarmasındandır” diye niteler. “Hayatında ne varsa şiirinde de vardır” diye de nitelemesini pekiştirir.
Nâzım Hikmet’in şiirinde öne çıkan izleklerden ikisi özlem ve ayrılık izlekleridir. Özlem iki anlamıyla da her zaman kendini belli eder. “Olması istenen bir şeye duyulan büyük istek” olarak özlem, şairin toplumsalcı bir düzen, bir dünya isteğinin yansıdığı ilk şiirlerinden son şiirlerine kadar kimi zaman dolaysız, kimi zaman dolaylı bir biçimde işlenir. Bir başka deyişle, 1921’de yazmaya başladığı ve toplumsalcı dünya görüşünün belirtilerini taşıyan bazı şiirlerinden 1963 Mayısında yazmış olduğu son şiirlerine kadar bu özlem vardır.
“Uzakta olan, yitip giden kimseye, bir şeye, bir yere kavuşma; onu, onları görme isteği” olarak özlem, şairin doğrudan hayatından, yaşamak zorunda kaldığı durumlardan kaynaklanır. Bu durumlarda dünya görüşüne olan inancının, bağlılığının kefaretinin şaire ödetilmesi söz konusudur. Bir başka deyişle cezalandırılıp hapis yatırılması, ülkesinden ayrılmak zorunda bırakılması ister istemez özlemi doğurmuştur. Şair için kimi zaman “ayrılık” ya da “ayrı kalmak” söz konusudur. Bu da önce “uzakta olan kimseye”, sonra da hapisliğin yarattığı özgür olamama durumunun karşıtı olan özgürlüğe duyulan özlemdir. Ardından koşullar gereği ve elde olmayan nedenler yüzünden bir ayrılığın, yurdundan uzak yaşamanın yarattığı “yurt özlemi” gelir. Daha sonra ise her iki özlem birleşerek katmerlenir.
Nâzım Hikmet’in henüz İstanbul’da, ailesi içinde, kendi çevresinde yaşadığı dönemde yazdığı ilk şiirlerinde ayrılık ve özlem izlekleri vardır. Bunların çoğu genç bir şairin duygulanmalarıdır. Büyük bir olasılıkla 1919 yılında yazmış olduğu “Bir Muhacirin Ağzından” başlıklı şiirde savaş nedeniyle yurdunu terk edip yollara düşmüş bir muhaciri anlatır. Gerçekte böyle bir şiir yazması doğaldır. Çünkü o yıllarda göç Osmanlı Devleti’nin her köşesinde karşılaşılan bir olguydu. Ama ilginç bir rastlantı Nâzım Hikmet bir süre sonra kendi “muhacir” durumuna düşecek ve gurbette dolaşan Nâzım Hikmet’in şiirini yazacaktır. 1920’de yazdığı bir şiiri “Yolcu Yolun Şarksa” başlığını taşır. Bu da ilerideki yolculukların bir başlangıcı gibidir.
Nâzım Hikmet bilindiği gibi 1921’de arkadaşlarıyla Anadolu’ya geçer. Artık yolculuk başlamıştır. İstanbul’da başlayan yolculuk bir dizi duraklamadan sonra Moskova’da son bulur. 1924 yılı sonlarında Türkiye’ye dönene kadar ayrılık ve özlemi gerçek anlamda tanıyacaktır. Bunlar gurbette yaşanan özlem ve ayrılıktır. Yurda döndükten sonra çeşitli nedenlerle tutuklanıp hapislerde geçirdiği günlerde ise, özlem ve ayrılığı kendi memleketinde yaşayacaktır.
Dünya görüşünün belirginleştiği, toplumsalcı bakış açısının açıklık kazandığı yıllarda Nâzım Hikmet’in şiirinde de bir değişim olur. Türk şiirine bir yenilik getiren Nâzım Hikmet şiiri artık kendine özgü şiir anlayışıyla ortaya çıkar. Bu şiirler ilk kez 1929’da “835 Satır” başlığıyla kitaplaşır. Bu kitabı yine aynı yıl yayımlanan “Jokond ile Si-Ya-U” adlı kitap izler. Bu iki kitapta doğrudan özlem ve ayrılık izleklerine rastlanmaz. 1930’da yayımlanan “Varan 3” adlı kitapta “Denize dönmek istiyorum!” diye başlayan ünlü “Hasret” şiiri özlem izleği çevresinde dolanan ilk şiirdir. Aynı kitaptaki “Seyahat Notları” ve 1920’de yazdığı “Yol Türküsü” başlıklı iki şiir, 1931’de yayımlanan “Sesini Kaybeden Şehir”deki “Veda”, “Nikbinlik” başlıklı şiirlerde her iki anlamda da özlem söz konusudur.
Nâzım Hikmet’in 1938 yılının Ocak ayında gözaltına alınmasıyla başlayan hapislik yaşamından önce yayımlanmış şiir kitaplarında özlem izleği daha çok toplumsalcı bir yaşam, toplumsalcı bir dünya isteğiyle birlikte işlenir. Buna kişisel olmayan bir özlem de diyebiliriz. Sömürülen, hakkı yenen herkes adına duyulan bir özlemdir söz konusu olan. 1938’den başlayarak yazdığı şiirlerde ise doğrudan kendi yaşamından kaynaklanan özlem ve ayrılık olanca ağırlığıyla kendini duyumsatır. “Kuvâyi Milliye” ve “Memleketimden İnsan Manzaraları” adları altında kitaplaşan şiirleri dışta tutacak olursak, 1938-1950 yılları arasında yazılmış olan öteki şiirlerde Nâzım Hikmet’in kendi duygu dünyası yoğun bir biçimde ortaya çıkar.
Nâzım Hikmet’in hapislik yıllarında yazdığı şiirlerden bir bölümü “Saat 21-22 Şiirleri” başlığı altında 1965 yılında yayımlandı. Bu şiirler şairin o zamanki eşi Piraye Hanım için yazılmıştı. Bu şiirler başlık olarak yazıldıkları tarihleri taşırlar. 1945 yılının Eylül, Ekim, Kasım ve Aralık aylarında yazılmışlardır. Şiirlerin genel havası özlem ve ayrılıktır ama yine şairin toplumsalcı düşüncelerini dile getirirler. Bu şiirlerde Nâzım Hikmet’in ruh dünyası ile düşünce dünyasının bir bütünlük içinde olduğunu görürüz.
“Dört Hapishaneden” adını taşıyan kitaptaki şiirler 1939-1946 yılları arasında İstanbul, Ankara, Çankırı ve Bursa hapishanelerinde yazılmış şiirlerdir ve kitap 1966 yılında basılmıştır. Bu şiirlerde bir mahpusun dış dünyaya olan özlemi ağırlıktadır. Doğrudan Piraye Hanım’a yazılmış özlem şiirlerinin yanı sıra, ölümden, kavgadan, Türkiye’nin toplumsal yapısından söz eden şiirler vardır kitapta.
1966’da yayımlanan “Rubailer” de hapisane şiirleridir. Bu şiirlerdeki gizemci hava “Marksist” ve “materyalist” diye nitelenen bir şair söz konusu olduğunda değerlendirme yapmak güçleşebilir. Ne var ki Nâzım Hikmet insanı hep bir bütün olarak işlemiş bir şairdir. İnsan yerine göre korkak, yerine göre kahraman, yerine göre gerçekçi, yerine göre romantiktir. Şair insanı bulunduğu ya da yaşadığı durumlar ve koşullar içinde değerlendirir. Katı ve bağnaz bir toplumcu gerçekçilikle yaklaşmaz insana. Konumuzun dışında kalsa da yeri geldiği için Nâzım Hikmet’in Sovyetler Birliği’ndeki eleştirici tavrını hatırlamak, bu konuya açıklık getirir diye düşünüyorum. Kısacası Nâzım Hikmet insanı “insani” olarak ele aldığı için “Rubailer”deki gizemci hava şairin hesaplaşmacı yanını göstermektedir.
Nâzım Hikmet’in son dönem şiirlerinde özlem ve ayrılık izleklerinin yeri nedir? Şairin son dönem şiirleri denince yurtdışına çıkmak zorunda kaldığı 17 Haziran 1951 tarihinden, artık “büyük gurbetçi” olduktan sonra yazdığı şiirler söz konusudur.
Şairin 1951 tarihini taşıyan, gün ve ay belirtilmemiş olan ve başlıksız bir şiirinin son dizeleri şöyledir:
Sen bir imdat çığlığısın, yani memleketimsin
Sana doğru koşan adımlar benim.
Büyük bir olasılıkla bu dizeler ya şairin yurtdışına çıkma düşüncesinin olgunlaştığı ya da hemen yurtdışına çıktığı günlerde yazılmış bir şiirin son dizeleridir. Bu dizelerde anavatanını bir daha görmeyeceği düşüncesinin, en azından böyle olumsuz bir durumu sezmenin izleri vardır. Buna eşini ve henüz üç aylıkken bıraktığı oğlunu, kavga arkadaşlarını ve giderek halkını göremeyecek olmasını da eklemek gerekir. Nitekim eşini ve oğlunu aradan 10 yıl geçtikten sonra ancak 1961 yılında görebilmiştir. Bu kez ayrılık izleği Nâzım Hikmet’in 1951-1963 yılları arasında yazdığı şiirlerde; bir başka deyişle yurdundan ve sevdiklerinden uzak düştüğü dönemdeki şiirlerinde daha belirgin ve daha derinden işlenmiştir. Ayrılığın bitmesi, özlemin dinmesi umudu hep vardır ama karamsarlığını da belli eder.
Nâzım Hikmet’in yurtdışında yaşadığı sürece birçok ülkeyi gezip gördüğünü biliyoruz. Kendisine yasak bir ülke vardı; o da anayurduydu. Böylece yurdunda yaşadığı hapislik bir başka biçime dönüşmüştü. Sanki bir “dünya hapisanesinde” yaşıyordu ve yurduna gitme özgürlüğü kısıtlanmıştı. Son dönem şiirinde en çok bu konuyu işlemiştir.
Sovyetler Birliği’nde ve gördüğü birçok sosyalist ülkedeki yönetim aksaklıkları, uygulamadaki çarpıklıklar Nâzım Hikmet’i düş kırıklığına uğrattı. Ama yine de işçi sınıfına, kardeşçe ve barış içinde yaşamanın gerekliliğine, paylaşmacılığın erdemine, özgürlüğün kutsallığına olan inancını yitirmedi. “Olması istenen bir şeye duyulan büyük istek” anlamında özlemi sürdü. Ne var ki son dönem öncesi şiirlerindeki bir bakıma uçarı denebilecek coşkulu özlem daha sonra efkârlı, karasevdalı ve durağan bir özleme dönüşme eğilimi gösterdi.
Turgut Uyar Nâzım Hikmet’le ilgili bir yazısının başına aldığı dizeleri “Sıla ve Muhacirlik Mısraları” diye adlandırmıştır. Dizeler Nâzım Hikmet’in şiirlerinden alınmıştır ve Turgut Uyar bu yazısının sonlarında “Nâzım’ın sanki hiç yeri yoktur dünyada. Her zaman gurbettedir” diyerek şairin gurbetçiliğinin adeta evrensellik kazandığının altını çizer. Nâzım Hikmet’in şiirindeki ayrılık ve özlemin Uyar’ın deyişiyle “muhacirlik”ten kaynaklandığını söyleyebiliriz. Burada kısa bir açıklama yapmakta yarar var: Turgut Uyar “muhacirlik” sözcüğünü yeğlemiş. “Göçmenlik” sözcüğü “göçmen” sözcüğünden türemiş ve bir hareketlilikten çok bir durağanlığı, göç edip bir yere yerleşmişliği betimliyor. Nâzım Hikmet’in durumu ise değişik; sürekli gurbet geziyor. Bu bakımdan Nâzım Hikmet’in yaşadığına göçerlik ya da göçebelik demek daha uygun düşecektir.
Afşar Timuçin de 1978’de yayımlanan “Nâzım Hikmet’in Şiiri” adlı kitabında Nâzım Hikmet’in kendi ülkesinde gördüğü baskılardan, yaşadığı ağır toplumsal koşullardan söz ederek şöyle der: “Nâzım Hikmet’in şiirindeki temalar, bu toplumsal koşullar gereğince biçimlenmiş ve işlenmiştir.” Bu saptama Nâzım Hikmet’in yaşadıklarıyla şiirlerinin özdeşliğini bir kez daha göstermektedir. Buradan giderek ayrılık ve özlem Nâzım Hikmet şiirinde şairin hayatından yansımaktadır diyebiliriz. Şairin son dönem şiirlerinde kendine yer edinen bir başka özellik de şairin sağlığının bozulmuş olmasının yarattığı havadır. Nâzım Hikmet ölümü doğal karşılar ama dinmemiş bir özlemle hayata veda etme olasılığının burukluğunu da yaşar. Hasta bir yürekle yaşayan bir şair olarak üstüne titrenmesinden hem hoşlanır, hem de sıkılır ve utanır. Coşkulu kişiliğine ve dünyayı kucaklama isteğine engel olan, bir bakıma onu bir başka hapisliğe zorlayan yüreğine söz geçirememekten yakınır. Oysa yüreğine bir başka anlamda söz geçiremediği için Nâzım Hikmet olmuştur.
Bu kısa ve fazla ayrıntıya girilmeyen çalışmadan da anlaşılacağı gibi, Nâzım Hikmet “büyük bir gurbetçidir” ve bundan dolayı da şiirinde ayrılık ve özlem geniş bir yer tutar.
Eray Canberk